top of page

Başarısız olursam kendimi sevebilir miyim?

  • Yazarın fotoğrafı: Ayşen
    Ayşen
  • 16 Haz 2023
  • 4 dakikada okunur


“Kimliğinizin herhangi bir yönünü, olduğunuz kişinin çok büyük bir parçasına dönüştürmekten kaçının. ... Bir kimliğe çok sıkı tutunursanız kırılganlaşırsınız. O şeyi kaybedince kendinizi de kaybedersiniz.” (James Clear, Atomik Alışkanlıklar, Pegasus Yayınları, sayfa 266-267)


Çift anadal yaptığım lisans eğitimimi ve ardından yasal stajımı tamamlayıp yüksek lisans için Berlin’e gittiğimde elbette çok heyecanlıydım ama önümdeki 2-3 senenin bana neler getireceği ve neler hissettireceğinden de bihaberdim. Berlin’de geçirdiğim süre içinde çok güzel şeyler yaşadım ve deneyimledim ama en önemlisi kendimle ilgili yeni bir şey öğrendim. Hayatımda ilk defa başarısız olmaktan ölesiye korkuyordum.


Bu korku daha önce hiç yaşamadığım, hiç tanımadığım bir duyguydu. Dolayısıyla da onunla nasıl baş edeceğimi pek bilemedim. Yirmi beş yıllık hayatımın merkezine okulumu, akademik başarılarımı koymuştum ve bu yetersizlik hissi bana çok ağır gelmişti. Bir yandan derslerle boğuşurken bir yandan da kendimle ilgili düşünmeye başladım. Neden başarısız olursam dünyanın sonu gelecekmiş gibi, ölecekmişim gibi korkuyordum? Zamanla kendime bir cevap buldum: Hayatım boyunca akıllı, zeki ve başarılı biri olarak tanımlanmıştım ve insanların beni bu sebeple sevdiğine demek ki içten içe inanmıştım. Korkuyordum, çünkü pek farkında olmasam da başarısız olursam, en yakınlarım dahil, insanlar beni eskisi gibi sevmezler diye düşünüyordum.


Bir süre bu cevapla oyalanarak ve kendimi bunun doğru olmadığına ikna etmeye çalışarak ve bir yandan da daha çok ders çalışarak geçti. Ama derinlerde bir yerde bulduğum cevabı da sorgulamaya devam ettim. Kendimi çok iyi tanıdığımı hala iddia edemem, bunu iddia eden kişi bence bu işi biraz hafife alıyor demektir, ama yine de kendimle ilgili bildiğim şeyler de vardı. Yaş aldıkça ve hayatla ilgili fikirler edindikçe etrafımdaki insanların, özellikle hakkımda, ne düşündüğüne pek de önem vermez olmuştum. Bir konu kafamda netse mesela, o konu hakkında ipe sapa gelmez yorumlarda bulunan insanları kafaya takmayacağımı biliyordum. Eğer bir yorum, bir söz, bir olay canımı sıkıyor ve aklımı meşgul ediyorsa, bu en azından derinlerde bir yerde benim de aynı fikirde olmamdan, karşımdakine memnum olmasam da biraz hak vermemden kaynaklanıyor olurdu. Yani meselelerin özü çevremle değil, genellikle kendimle ilgili olurdu.


Hakkımda sahip olduğum bu bilgiler ışığında hem korkmaya hem de bu korkumun sebebi ile ilgili düşünmeye devam ettikçe belki de soruyu yanlış sorduğumu, sorumluluğu yanlış bir öznenin üzerine yüklemeye çalıştığımı fark ettim. Sorun ve aynı zamanda cevap, başarısız olursam insanların beni sevip sevmemesi değil, benim kendimi sevip sevmememle ilgiliydi.


Evet, hayatım boyunca akıllı, zeki ve başarılı biri olarak tanımlanmıştım ve insanların beni bu sebeple sevdiğine içten içe inanmıştım. Ama devamı da vardı. Ben de kendimi tam olarak böyle tanımlamıştım ve bu kimliği kaybedersem geriye kendimi sevmek için bir neden kalmayacağından korkuyordum. İnsanların beni sevip sevmemesi meselesi canımı sıkıyordu, çünkü onlara içten içe hak veriyordum. Başarısız halimi kendimin seveceğinden emin olabilsem, etrafımın ne düşündüğü ya da ne yorum yapacağı yine umrumda olmayacaktı. Ben kendimi başarılı bir insan olarak tanımlamış, başarılı olmayı kimliğimin o kadar büyük bir parçası haline getirmiştim ki bu parçayı kaybetmek benim için kimlik bunalımına dönüşmüştü.


Sonunda çok korktuğum o başarısızlığı yaşamadım ve yüksek lisanstan mezun oldum. Kendime neden bu denli korktuğumla ilgili iyi bir cevap bulduğumu düşünsem de bu korkudan tamamen kurtulabildiğimi de iddia edecek değilim. Yine de kendime sık sık sevilmeye değer bir insan olmak için başarılı ve zeki olmaktan çok farklı ve belki de çok daha önemli özelliklerim olduğunu hatırlatmaya ve kendimi bambaşka sıfatlarla tanımlamaya çalışıyorum. Böylece ilerde kendimi kayıtsız şartsız sevebileceğim günlerin gelmesini umuyorum.


Başarı dediğimiz şey ne peki? “Başarı, mutluluk ve tatmin tanımlarının ne kadarı benim dışımdaki insanlar tarafından belirlenmişti?” diye soruyor John Strelecky çok okunan hikayesi Dünyanın Kıyısındaki Kafe ‘de. (Dünyanın Kıyısındaki Kafe, John Strelecky, Pegasus Yayınları, s.83) Yazarın bu sorusu üzerine kendi sorumu biraz değiştirme ihtiyacı duyuyorum. Başarı dediğim şey ne benim? Bu konudaki hislerim, acaba yaptığım tanımda ben farkında olmadan gerçekleşen bir değişim sebebiyle mi değişti? Neden artık eskisi kadar “başarılı” hissetmiyorum? Acaba yaşım ilerledikçe başarıyı herhangi bir maddi karşılık ile mi ilişkilendirdim zihnimde? Bunu kendimden ummazdım ama elbette toplumsal kabullere karşı üstün bir bağışıklığım olmadığının da farkındayım. Lisede ve kazandığım burs sayesinde maddi bağımsızlığa da sahip olduğum üniversite eğitimim boyunca derslerime düzenli ve çok çalışmak, sınavlarımda iyi notlar almak, elimden geldiğince okumak, etrafımda olan biten şeyler hakkında fikir sahibi olmaya çalışmak ve kendi kimliğimi yaratmak üzerine emek sarf etmenin bizzat kendisi benim için başarı demekti. Bütün bunları sadece yapmaya çalışmak kendimi başarılı hissetmeme yeterdi. Şimdi aynı şeyleri yapmaya devam etmek, iyi bir yüksek lisans derecesi almak ve çok okumaya çalışmak mesela, tek başına neden yirmilerimin başındaki hisleri yaşatmaya yetmiyor? Yaş aldıkça eylemlerimizi, meşguliyetlerimizi maddi getirileri ile mi değerlendirmeye başlıyoruz? Bunu ben de mi yapıyorum? Çok okumak mesela, karşılığında beş kuruş kazandırmasa da insana, bir başarı sayılmaz mı? Sadece böyle başarılar mutlu olmama, tatmin olmama yetmez mi?


Son iki soruya yirmilerinin başındaki halimin kendinden son derece emin vereceği cevapları düşündükçe Andrey Tarkovski’ nin meşhur sözü geliyor aklıma: “İnsan on altı yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünür. On sekiz olduğunda düşünceleri sert bir kayaya çarpar. Yirmi yaşına geldiğinde hiçbir şey değiştiremeyeceğini anlar. Yirmi beş yaşına geldiğinde ise dünyanın onu değiştirdiğini fark eder. Ve insan yirmi beş yaşında ölür, yetmiş beş yaşında gömülür.” Bu sözü ilk okuduğumda keskin bir inkâr duygusu ve asla kabullenmeme ile nasıl sinirlendiğimi dün gibi hatırlıyorum. Ama içime bir şüphe düşürmüş demek, yıllar sonra hala aklımda. Otuzuma yaklaştığım bu günlerde daha iyi anlıyorum ne demek istediğini, yirmi beş yaşında ölmekle neyi kastettiğini. Yirmi beş yaşımda öldüm ama gömmeyi unuttular falan gibi dramatik bir sonuç değil ulaştığım ama hayattan ve kendimden beklentilerimin, hayata ve kendime dair tanımlarımın istemsizce değiştiğinin ve var oluşumun bu değişime ayak uydurmakta zaman zaman çok zorlandığının farkındayım. Belki de Tarkovski’nin de anlatmak istediği buydu diyorum şimdi kendime. Belki de kendini bu yeni beklentilerine ve tanımlarına uyduramayanlar, ya da değiştiğini fark ettikleri bu beklenti ve tanımlarını var oluşlarına uygun şekillerine geri çevirmeyi başaramayanlar tam anlamıyla ölüyorlardır ve yetmiş beş yaşında fiziken gömülene kadar sürükleniyorlardır dünya üstünde. Zorlanıyor olmak, geldiğim yol ayrımını fark edip kendimi kurtarabilmem için bir fırsattır belki de. Gerçekten yaşamak istiyorsam, hayata dair cevaplanması zor soruları kendime sormaktan korkmamak, eski tanımlarıma geri dönebilmenin bir yolunu aramak ve kendime bunlar ışığında bir hayat kurmaya çalışmak tek yol gibi görünüyor önümde. Kolay bir yol olmadığının da farkındayım, hepimizin bu yolu yürüme cesaretini bulabilmesini umarım.

 
 
 

Comments


  • Instagram
bottom of page